27 Haziran 2007 Çarşamba

DTP’nin Meclis’e girmesini engelleyin!

DTP Meclis’e girer mi, giremez mi? Esasında bu soruyu “PKK Meclis’e girer mi, giremez mi?” şeklinde sormak hiç de yanlış olmaz.

Bu soruyu soruyor olmak, PKK’nın bugün ne derece siyasallaştığını göstermektedir. Evet, PKK Meclis’e girer mi, giremez mi; hiç tereddütsüz bu soruya verilecek cevap, herhangi bir müdahale olmazsa, siyasi süreç aynı şekilde devam ederse PKK Meclis’e girer. Hem de bir-iki kişiyle değil, onlarca vekille Meclis’te temsil edilir.

Seçimler sonucunda PKK’nın Meclis’te grubu olabilir. Geçen sayımızda da değinmiştik. PKK’nın siyasal partisi DTP, seçim barajı engelini 41 ilde 65 bağımsız aday göstererek aşmaya ve Meclis’e girmeye çalışıyor. 2002 genel seçim verilerini göz önüne aldığımızda, DTP asgari 30 milletvekiliyle Meclis’te temsil hakkına sahip olacak. Tüm seçim stratejisini bunun üzerine kuran DTP, patinin önde gelenlerini en garanti yerlerden aday gösterdi.

DTP hangi illerden kaç milletvekili çıkartabilir?

DTP’nin 2002 seçim sonuçlarına göre adayların seçilme garantilerinin olduğu illerin yanı sıra, aynı seçim sonuçlarına göre adayların seçilme şansı olmayan illerden de aday gösterilmesi, üzerinde durulması gereken önemli bir nokta. Özellikle Muğla, Denizli, Aydın, Tekirdağ, Eskişehir gibi normalde Kürtlerin yaşamadığı illerden, DTP’nin bağımsız aday göstermesi akıllara ister istemez, bu bölgelere doğru bir Kürt göçünün olup olmadığı sorusunu getiriyor.

DTP’nin bu adayları, TÜRKSOLU’nun kaç yıl önceden yaptığı “Kürt istilası” tespitinin adeta doğruluğunu kanıtlıyor. Bunun için 2002 seçim verilerine göre milletvekili çıkaramaz gibi gözüken bu bölgelerden, bu seçimlerde DTP’nin milletvekili sokabileceği ihtimali de göz önünde bulundurulmalı.

2002 seçim oranlarına göre DTP hangi illerden kaç milletvekili sokuyor acaba? Bunu ortaya koymak ve önlem almak önemli. 2002 seçim sonuçlarına göre şöyle bir tablo ortaya çıkıyor:

İstanbul 2, Diyarbakır 5, Şanlıurfa 2, Şırnak 2, Tunceli 1, Siirt 1, Hakkari 3, Mardin 2, Erzurum 1, Adana 1, Ağrı 2, Gaziantep 1, Bitlis 1, Batman 2, Mersin 1, Muş 1, Van 3, Kars 1, Iğdır 1 milletvekili. Elbette bu saydığımız iller, 2002 seçim sonuçlarına göre garanti iller. Bu seçimlerde bu sonuçların DTP aleyhine değişmesi gibi bir seçenek, çok gerçekçi gözükmüyor. Zaten PKK’nın bu illere yönelik Kürt nüfusunu artırma politikası 2002 seçimlerden günümüze kadar bilinçli bir şekilde uygulandı. Onun için DTP’nin Meclis’e 30 milletvekiliyle girmesi garanti; hatta bu sayının artacağı da çok yüksek bir ihtimal.

20 milletvekiliyle Meclis’te grup kurulabildiği için; PKK, Meclis’te seçimler sonrasında gurup kurmaya hazırlanıyor. Peki grup kurmak ne anlama geliyor? Meclis’te grubu bulunan partiler, kurulacak komisyonlarda temsil hakkı kazanıyorlar. Yeni komisyonlar kurulması için öneri yapabiliyorlar. Grubu bulunan parti milletvekillerinin ayrı makam odaları, sekreterleri, makam araçları oluyor. Yani PKK, karargâhını Meclis’e taşımanın hesabını yapıyor. Benzer şekilde grubu bulunan partiler devletin basın yayın oranlarından daha fazla propaganda yapma imkânına sahip oluyorlar. Yani TRT’nin Roj Tv gibi bir televizyona dönüşmesi işten bile değil. PKK’lı militanların, makam şoförü, milletvekili sekreteri olarak Meclis içinde cirit atması hayal değil. DTP Meclis’e girerse hepsinin birer birer gerçek olacağından emin olabiliriz.

Kimler milletvekili olacak?

Meclis’e girecek olan isimlerin de, bölücü hareketin önde gelen isimleri ve Öcalan ile doğrudan bağlantılı isimler olması, durumu daha da vahim kılmaktadır.

İstanbul’dan seçilecek olan Doğan Erbaş, Öcalan’ın avukatı. Diyarbakır adaylarından Aysel Tuğluk, DTP’nin başına Öcalan tarafından önerilen bir isim.

Yine Diyarbakır adaylarından Akın Birdal, hayatını Kürt bölücülüğüne adamış, İHD başkanlığı döneminde bölücülüğü destekleyen emperyalistlerin büyükelçilik görevini üstlenmiştir.

DTP’nin başkanlarından Ahmet Türk, “DTP uzaylıların partisi değil, PKK da uzaylıların örgütü değil. PKK ile DTP’nin tabanı ortak. En fazla oy aldığımız taban belli. Bana oy veren insanın çocuğu dağda.” diyerek, PKK ile aralarındaki bağı gizleme gereği duymayan biri. Her gün askerlerimizi şehit eden dağdakilerin sözcülüğünü yapacağını, Meclis’te onların temsilcisi olacağını yukarıdaki sözleriyle açıkça ifade ediyor. PKK’lı militanların eylemlerden sonra Meclis lojmanlarında saklanacağı, hatta o eylemlerin planlarını bu lojmanlardan yapacakları günler bizi bekliyor.

Konya bağımsız adayı Ayhan Bilgen, Mazlum-Der eski genel başkanı. Hem şeriatçı hem bölücü.

Mersin adayı Orhan Miroğlu, bölücü hareketin önemli isimlerinden. Yine benzer şekilde, nerdeyse hükümet tarafından ulusal kahraman ilan edilen Şemdinli provokasyonun tertipleyicisi Seferi Yılmaz ceza almasına rağmen Meclis’e girecek isimlerden.

Bu isimlerin yanı sıra adaylar arasında Sabahat Tuncel, Murat Öztürk gibi hâlâ hapiste olan kişilerin olmasıyla da başka bir mesaj veriliyor.

Bu isimler, Filistin direnişinin liderlerine benzetilmeye çalışılıyor. Bu isimlerin seçilmesi halinde -ki bu isimler seçilebilecek yerlerden adaylar- verilecek mesaj açık, İsrail nasıl Filistin direnişinin liderlerini tutsak ediyorsa, Türkiye de tıpkı İsrail gibi “Kürt direnişinin” liderlerini tutsak ediyor. İster istemez şimdiki Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’ın daha önceden söylediği “Türkiye’yi Filistinleştirmeye çalışıyorlar.” sözünü hatırlıyoruz.

Bu isimlerin milletvekili seçilmesi durumunda, PKK’nın yapacağı propagandayı ve artacak olan dış baskıyı tahmin etmek zor değil. “Hele bir Meclis’e girsinler, ondan sonra mücadele ederiz.” anlayışından hemen kurtulmak gerekiyor. K. Irak bize çok şey anlatıyor. Sözde PKK’ya karşı kendi ellerimizle beslediğimiz Barzani ve Talabani, şimdi açıktan PKK’yı destekliyor. PKK’nın eylemlerinin artmaya başladığı ilk dönemlerde “Biraz bekleyelim, destek olanları uyaralım.” anlayışının bizleri hangi noktaya getirdiğini görmek gerekiyor artık. Beklememek, bazı şeylerin yaşamadan (yaşadıklarımızdan ders çıkartıp) önlemini almak gerekiyor.

Meclis’teki Kürt istilası ve “Kürt’ün Kürt’ten başka dostu yoktur”

TÜRKSOLU’nun Kürt istilasını anlattığı harita hâlâ tartışılıyor; ama kimse bunun gerçekliğini inkâr edemiyor. Türkiye’yi istila eden Kürtlerin gözü şimdi Meclis’te. Meclis’teki Türk varlığını toptan ortadan kaldırmaya çalışıyorlar.

Baskın Oran örneği, bu istila hareketini görmek için yeterli aslında. Baskın Oran gibi, kanıyla canıyla Kürtlerin yanında, Türk devletinin karşısında olan biri bile Kürtler içersinde rahatsızlık yaratabiliyor. Şöyle ki, Baskın Oran’ın Kürt olmayışından DTP tabanı rahatsız olduğu için, DTP Baskın Oran’ı desteklemekten vazgeçiyor ve yerine saf Kürt birini aday gösteriyor.

Hep “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur.” lafını eleştirirler ya, Kürtler de aynı şeyi söylüyorlar. “Kürt’ün Kürt’ten başka dostu yoktur.” diye. Kendilerinden olmayana güvenmiyorlar. İşbirlikçilerin, kendilerini kendilerinden daha fazla savunması bir anlam ifade etmiyor. Her yerde kendilerinden birinin olmasını istiyorlar. Kendilerini kullandıranlar da sadece rezil oluyorlar, yaptıkları ihanetleriyle kalıyorlar.

Kürtler şimdi Meclis’i ele geçirmeye çalışıyorlar; ama kendi partileriyle. Emin olun, resmi olarak Meclis’e girdiklerinde diğer partilere dağılmış Kürt milletvekilleri mutlaka bir araya gelecekler.

“DTP’liler Meclis’e girmeli, izlenmeli, ihtiyaç duyulursa gerekli önlemler alınmalı.” gibi bir anlayış hemen terk edilmeli. Onlar Meclis’e girdikten sonra iş işten geçmiş olacak zaten.

PKK’nın Meclis’e girmesi nasıl engellenir?

Peki DTP’nin Meclis’e girmesi nasıl engellenir?

DTP’nin en çok oyu alacağı iller, doğu ve güneydoğu illeri, yani daha önceden OHAL uygulanan illerdir. Bu iller aynı zamanda artan PKK saldırıları karşısında sesiz kalan hatta bu saldırılara sevinen illerdir. Bu illerin dışında kalan illerden aday olanların sayısı sadece 4’tür.

O halde bu illerde OHAL ilan edip DTP’li adayların Meclis’e girmesini engellemek birinci yoldur.

PKK’nın saldırıların arttığı şu günler böyle bir durum için oldukça müsaittir. Demokrasi dediğimiz şey, şehit olan askerimizden daha önemli değildir.

Veya Kuzey Irak’a müdahale edip bu bölgede seçimleri tümden ertelemek de çözüm yollarından biridir.

Nitekim Türk Milleti buna hazırdır. Yapılacak bir seferberlik çağrısına tüm millet katılacaktır.

Ordusuna sonuna kadar destek olacaktır.

Kürt-İslamcı partilere oy yok

Milli Mücadele Derneği Temsilciler Kurulu 27 Mayıs 2007 tarihinde İstanbul’da toplanarak seçim stratejisini tartıştı ve kararlaştırdı. Toplantıda belirlenen strateji aşağıdaki gibidir.

1-) Türkiye’nin öncelikli sorunu AKP iktidarından kurtulmaktır. Bu nedenle seçim döneminde öncelikli görev AKP’ye karşı çalışma yürütmektir.

2-) AKP’den kurtulmakla birlikte seçim sonrasında yeni bir Kürt-İslamcı birlikteliğin, koalisyonun veya adı konulmamış ittifakın Meclis’e taşınmaması için Kürt-İslamcı partilere oy verilmemelidir. Bu partiler bugün için AKP, DP, BBP, SP ve DTP (bağımsız adayları) dir.

3-) Seçimlerde mutlaka oy verilmelidir.

4-) Seçimlerde AKP’nin ve Kürt-İslamcı partilerin güçlenmesine neden olacak, oyları bölücü, sağda ya da solda konumlanan, %1’in altındaki hiçbir partiye oy verilmemeli ve oylar ziyan edilmemelidir.

5-) Seçim dönemi boyunca partilerin ve adayların Atatürkçü, milliyetçi, solcu bir program savunması yönünde çalışma yürütülmelidir.

Perinçek ve Apo’nun “gül kardeşliği”

Perinçek’in mitingi seçim mitingi değil, PKK terörünü aklama mitingiydi.

Doğu Perinçek, bu sene seçim mitinglerini Diyarbakır’da başlattı. 9 Haziran’da kendi deyimleriyle “Birlik ve Kardeşlik” mitingi düzenlediler. Gerçi miting, klasik bir Doğu Perinçek mitingiydi. Yaklaşık 500 (yazıyla beşyüz) kişiyle cılızdı; ancak yarattığı tartışma ve Türkiye’ye verdiği zarar yine katılan kalabalığın kat kat üstündeydi.

Bu miting hakkında çok şeyler yazıldı, çizildi; ama açıkçası hiçbiri Perinçek’in siyasi misyonunu tam olarak ortaya koyamadığı için tüm gerçeklere ulaşamadı. Tabii biz Perinçek’i de misyonunu da yakından bildiğimiz için biraz daha farklı bir değerlendirme yapacağız.

Öncelikle Perinçek’in Diyarbakır’da düzenlediği mitingin bir seçim mitingi olduğu yanılsamasından kurtulmak gerekiyor. PKK terörünün azdığı, DTP’nin bağımsız adaylarla atak yaptığı, tüm Türkiye’nin Kuzey Irak harekâtını tartıştığı bir dönemde kimse Diyarbakır’da seçim için miting yapıldığını sanmasın.
Peki, Perinçek neden Diyarbakır’da başlattı seçim mitinglerini? Bu sorunun yanıtı mitingin isminde saklı: “Birlik ve Kardeşlik Mitingi”

Perinçek’in konuşmasına baktığımız zaman şu soruları sormaktan kendimizi alamıyoruz: Kimle kimin kardeşliği peki?
Türklerle Kürtlerin…

Peki kim bozuyor bu kardeşliği?
ABD…
Ya PKK?


Perinçek’in konuşmasında tek bir PKK kelimesi geçmiyor.
Tunceli’de 7 askerimiz şehit düşmüş, Perinçek PKK’dan bahsetmiyor... Bu sene ilk 4 ayda 4 şehit verirken, son iki ayda 50 şehit vermişiz. PKK’nın bu artan terörü Perinçek’in konuşmasında yok…

Peki Türkiye’de Türk-Kürt kardeşliğinden bahsetmenin ama PKK teröründen bahsetmemenin nasıl bir açıklaması olabilir?

Konuşmada Kürt devleti tehlikesinden de bahsedilmiyor. Bugün tüm dünya Ortadoğu’da kurulmak istenen Kürt devletini tartışırken, tüm Türk Milleti Ordu’nun Kuzey Irak’a girerek sözde Kürdistan’ı yerle bir etmesini isterken, Perinçek Kürt devleti tehlikesinden değil, “İkinci İsrail” diye başka bir soyut tehlikeden bahsediyor:
“ABD, Büyük Ortadoğu Projesi diye bir proje yapmış. O projenin mürekkep fiyatına haritasını da yapmış. O haritada da bizim Diyarbakırımızı, Rize’ye ve Artvin’e kadar İkinci İsrail sınırlarına katmış.”

Peki neden Kürt Devleti demiyor sizce?

Niye PKK’dan bahsetmiyorsa o yüzden. Amaç, PKK terörünü ve Kürt Devleti tehlikesini gözlerden kaçırmak ve Türk Milleti’nin PKK ve Kürt Devleti ile mücadele etme kararlılığını zayıflatmak.

Perinçek, PKK’yı Ordu’ya katılmaya çağırıyor!

Perinçek’in tüm konuşmasındaki temel vurgu, Türk-Kürt kardeşliğinin ABD ve AB başta olmak üzere birtakım güçler tarafından bozulmak istendiği.

Böylece PKK bu noktada önemsizleşiyor. Zaten Perinçek’in gözünde PKK ve Apo ABD’nin oyununa gelmiş unsurlar. İkna edilseler Türkiye düşmanı olmayacaklar. Hatta Türk Ordusu’na katılacaklar!

Miting hakkında Renkli dergisiyle yaptığı söyleşisinde Perinçek, Apo ile görüşmesi için şöyle diyor: “Ben Öcalan’la görüşürken doğru yaptım. Onun kıymetini herkes anlamaya başladı ve daha da anlayacaktır. Biz Öcalan’a, o dönem, ‘Amerika ve İsrail ile işbirliği yapmayın, Amerika bölgeye geliyor, ondan uzak durun ve Türkiye’ye gidin, silahlarınızı bırakın, vatan savunmasına katılın.’ dedik.”

Bugüne kadar 5 bin Mehmetçiğimizi şehit eden, 10 bin vatandaşımızın ölümüne neden olan PKK’ya yapılan çağrıya bakın: Silahlarınızı bırakın, vatan savunmasına katılın.
Tayyip’le Ağar’ın PKK’ya af çağrısından ne farkı var? Üstelik Perinçek daha da ileri gidip PKK’yı affedip PKK’lıları Ordu’ya dahil ediveriyor!
Bu inanılmaz çağrıyı Perinçek mitingdeki konuşmasında da tekrarlıyor:
“Bugünden itibaren hepimiz Mehmetçiğiz. Memomuz da Mehmetçik, Hassomuz da Mehmetçik, Ayşemiz de Mehmetçiktir.”
Tabii burada Memomuz derken Perinçek’in PKK’lıları kastettiğini hatırlatalım.
Bu kadarla sınırlı değil. Perinçek, Apo için şöyle diyor:
“Öcalan ilk geldiği zaman çok kısa bir süre Türk Ordusu ile belirli bir süre işbirliği içerisindeydi; ama iktidarlar onu Amerika ve Avrupa’nın kucağına bıraktılar ve sürekli bir bocalama içerisine girdi. (…) Abdullah Öcalan güven vermiyor; çünkü bombalar patlıyor, mayınlar patlıyor, bu söylemlerle uyuşmuyor."
Denilecek çok fazla bir şey yok. Perinçek’in Apo’ya gül vermesini hâlâ neden savunduğu da buradan ortaya çıkıyor. Perinçek’e göre Apo, ABD ve AB tarafından kandırılmış, mevcut iktidarlar tarafından da onların kucağına bırakılmış herhangi bir siyasetçidir. Hatta bir süre Ordu’yla işbirliği bile yapmıştır. Ancak şu an bir bocalama içindedir.
Şehitlerimizin kemikleri sızlıyor…
Perinçek ile Apo aynı dili konuşuyor
Perinçek’in mitingdeki tüm konuşması da, sloganlar da hep Türk-Kürt kardeşliği vurgusu taşıyordu. Bu vurgu başta zararsız gibi görünüyor; ama şu sözlerle birlikte anlam kazanmaya başlıyor:
“Artık terörü ve şiddeti besleyenler değil, yurda barış getirenler iktidar olacaktır.”
“Terör ve şiddeti besleyenler” söylemi yıllardır PKK’yla mücadele azmini kırmak için kullanılan “devlet terörü” kavramının bir başka versiyonudur. PKK tarafından kullanılan bir terminolojidir. Miting konuşmasında PKK’yı kınamayan Perinçek “terör ve şiddeti besleyenler” diyerek Silahlı Kuvvetler’e de dil uzatmaktadır.
Peki ya şu söylem:
“Bugün Diyarbakır’daki bu kucaklaşma, bizlere eşitliğin, kardeşliğin, özgürlüğün, zenginliğin ve yurtta barışın yolunu açan büyük gücü ortaya çıkarmaktadır. (…) Yurdumuza barış ve kardeşlik getireceğiz”
Eşitlik, özgürlük, kardeşlik… Bunlar da PKK’nın söylemi.
Ve daha da tehlikeli o sözcük: Barış…
Atatürk’ün “Yurtta Barış Dünyada Barış!” sözünün bugün Kürtçü bir slogan olan “Barış istiyoruz!” sloganına nasıl benzetilmeye çalışıldığını hayretle görüyoruz. Barış söylemini kullanmak PKK’nın yıllardır sürdürdüğü bir politika. Bir yandan askere kurşun sıkar, bomba patlatır, binlerce insan öldürürler, bir yandan da “barış” diye miting düzenlerler.
Yalnız Perinçek’in söylemlerinde Apo’yu değil, Apo’nun söylemlerinde de Perinçek’i bulabiliyoruz.
Apo, Özgür Gündem’de yayımlanan en son açıklamasında şunları söylüyor:
“Kürtler Şerefhan’ın Şerefname’sinde de geçiyor. 1500’lü yıllarda Yavuz döneminde İran ile Osmanlı arasındaki ikilemde Osmanlı’dan yana tercihini koymuşlardır. (…) O günden bugüne devam eden Türk-Kürt ittifakının yerini yavaş yavaş Kürt-Şii ittifakının aldığının farkında değiller. 500 yıllık ittifak çatırdıyor. Mustafa Kemal’in de Kurtuluş Savaşı sırasında işe ilk önce Erzurum’dan başlaması boşuna değildi. Kürtlerden almış olduğu güçle hareket etmiştir.”
Apo’nun bu sözlerini okuduktan sonra Perinçek’in konuşmasının şu bölümünün hangi siyasete hizmet ettiği ortaya çıkıyor:
“Hepimiz bu toprakların çocuklarıyız. Türküyle Kürdüyle öz kardeşiz. O nedenle Diyarbakır’daki bu kucaklaşma, binlerce yıllık kucaklaşmanın mühürüdür.”
Tüm Türkiye “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sloganlarıyla yürürken, şehit cenazelerinde “Hepimiz Türk’üz, Hepimiz Mustafa Kemal’iz!” denilirken “Türk-Kürt kardeşliği”nden bahsetmek tabii ki bir tek PKK’ya yarar sağlıyor.
Perinçek’in mitinginin yaratmak istediği temel çarpıtmanın da bu olduğunu görelim: Türkiye’de yükselen Türk milliyetçiliğinin karşısına PKK’nın Türk-Kürt kardeşliği tezlerini çıkararak engellemek.
Perinçek: Mitinginde Kürtçe konuşan tek parti lideri
Perinçek’in 1991 yılında yayımladığı “Kürt Sorununa Çözüm: Federal Emekçi Cumhuriyet” programının temel maddelerinden birisi, devletin iki resmi dilinin olacağıydı: Türkçe ve Kürtçe.
Perinçek, anlaşılan bu programı hâlâ savunuyor. Diyarbakır’da miting alanında Türkçe ve Kürtçe türküler çalındı. Üstelik bununla da kalınmadı. Perinçek konuşmasını başında miting alanındakileri Türkçe ve Kürtçe selamladı!
Miting alanında iki resmi dil vardı anlayacağınız: Türkçe ve Kürtçe…
İlginç olan ise, Perinçek’in bu tavırları hayret verici görülmesi. Perinçek’in Apo’yla resimleri miting öncesinde yine pek çok gazetede yayımlandı. Dün Apo’yla el eleydi, bugün “Elinde Türk bayrağı, Diyarbakır’a geliyor!” dendi.
Halbuki Perinçek açısından görüldüğü gibi değişen bir şey yok. Yıllar önce Apo’yu savunurdu, hâlâ aynı kulvardalar. Yıllar önce Kürtçüydü, hâlâ öyle. Yıllar önce Türk-Kürt federasyonunu savunurdu, şimdi bunu kardeşlik olarak savunuyor.
Bakın Renkli’deki söyleşisinde çözüm olarak ne ortaya koyuyor:
“Türkiye-Irak ve Suriye Konfederasyonu şeklinde Irak’ın toprak bütünlüğüne saygı gösterilerek bu denklemin içerisinden çıkılır. Kürt meselesi de bu şekilde çözülür; çünkü bütün sınırları kaldırırsanız bu işbirliği içerisinde Kürtler de yer alır, sorun da halledilir.”
Yani Kürtlere daha fazla “özgürlük” için bir konfederasyon. Dün Türk-Kürt federasyonu diyordu, bugün onu Kürtlerin de içinde yer alacağı Türk-Arap konfederasyonu (yani Türk-Kürt-Arap federasyonu) haline dönüştürmüş. Bu Apo’nun da yıllardır savunduğu “Demokratik Cumhuriyet” tezleriyle ne kadar da örtüşüyor değil mi?
Perinçek, Diyarbakır’da daha önce de Kürtçe konuşmuştu
“Perinçek değişti” diye düşünenlere 1991 seçimleri öncesinde Perinçek’in miting programını hatırlatmak isteriz. Perinçek o sene mitingleri Diyarbakır’dan başlatmamıştı; ama miting yaptığı illerin neredeyse yarısı Güneydoğu’daydı: Tunceli, Diyarbakır, Batman, Nusaybin, Cizre, Silopi.
O dönem Perinçek ile PKK, bir ittifak içindeydi. Her ne kadar PKK’nın yasal partisi HEP, SHP ile seçime girse de, 2000’e Doğru hâlâ PKK’nın yasal organı gibi yayın yapıyordu.
PKK’lı Musa Anter, Perinçek’in Kartal mitingine katılıp Kürtçe konuşma yapıyordu. PKK aynı zamanda Perinçek’in güneydoğu mitinglerine adam taşıyordu.
Batman’da 15 bin, 8 bin nüfuslu Silopi’de 4 bin, Cizre’de ise 10 bin kişi toplandı. Diyarbakır’da ise 25 bin kişi vardı. Cizre mitinginde “Kürdistan faşizme mezar olacak”, “En büyük Apo” ve “En Büyük PKK” sloganlarının atıldığı Perinçek’in kendi yayın organında yazılıdır.
O dönemki mitinglerdeki söylemle bugünkü de aynıdır. Eşitlik, özgürlük, kardeşlik, iki milletin birliği...
Dolayısıyla bugün Diyarbakır’da Türk bayrağı sallayan Perinçek’le 1991’de Bekaa’da Apo’ya gül veren Perinçek arasında bir fark yoktur.
Bayrak sallamasına bakmayın. Tayyip’in mitinglerinde de bayrak sallanıyor. Cumhuriyet mitinglerinde Türk Milleti bayrağa sarılınca, tabii ki Tayyip’ler, Perinçek’ler o bayrağı sulandırmak isteyecektir.
Ancak asıl önemli olan, Perinçek’in yaydığı Türk-Kürt kardeşliği söyleminin “barış, kardeşlik, eşitlik” sloganlarının bugün Apo tarafından da savunulduğunu görmektir.
O yüzden aslında ortada değişmiş bir Perinçek yoktur. Dün sol hareket içine Kürtçülük virüsünü bulaştırmak istiyordu. Bugün de Atatürkçüler arasında yaymaya çalışıyor.
Ama Türk Milleti zekidir.
Bu da Perinçek’in yıllardır binde bilmem kaçı bulmayan oy oranlarıyla ortadadır.
Her seçim öncesi “Barajları aştık, geliyoruz!” deyip sıfır virgül oy alan Perinçek, yine aynı oyu alacaktır; ancak yaptığı çarpıtmalar, provokasyonlar çok daha fazla etkili olmaktadır.

Kürt Sorunu Yok, Kürt İstilası Var!

Kurtuluş Savaşı’nda 33 bir şehit verdik, bunun ancak 700 tanesi Kürttü: Yani %2!

Terörle mücadeleyi yasalar değil ABD kısıtlıyor

Ordu ve Hükümet kanadından Kürt meselesi üzerine açıklamalar gelmeye devam ediyor.

Genel Kurmay İkinci Başkanı’nın “sınır ötesi” açıklamasından sonra bu defa da Genel Kurmay Başkanı’ndan “Yetkilerimiz kısıtlı. Bu kısıtlı yetkilere karşın terörle mücadele ediyoruz” açıklaması geldi.

Ordu kanadının terörle mücadeleye vurgu yapan açıklamalarına karşın Hükümet sorunu bir “terör” ve “terörle mücadele” sorunu olarak değil, “demokratikleşme” sorunu olarak gördüğünü, hatta “milli bir mesele” olarak gördüğünü bizzat Başbakan’ın ağzından açıkladı.

Öncelikle Ordu kanadının görüşleri üzerinde biraz durmakta fayda var. Genel Kurmay, mevcut yasaların kendilerinin terörle mücadelesini kısıtladığından bahsediyor. Hükümet ise askerin terörle mücadele etmesi için herhangi bir kısıtlama olmadığı cevabını veriyor.

Terörle mücadele hukuki bir mesele değildir. Çünkü ortada terör varsa, hukuk dışı bir olguyla karşı karşıyayız demektir. Böyle bir durumda, yapılacak iki şey vardır, birincisi hukuk dışına çıkan terör güçlerini yakalamak ve hukuka teslim etmek. İkinci yol ise hukuk dışına çıkan terör güçlerini, silah yolu ile engellemek, yani askeri yol.

Ordu, terörle mücadelede silahı kullanır. Onun görevi, devlete silah çeken teröristi etkisiz hale getirmek, silah bırakmaya zorlamak, yakalamak, en son seçenek olarak da yok etmektir.

Ordu’nun şikayeti eğer mevcut yasalarla teröristlere, onların destekçi ve yandaşlarına caydırıcı bir veza verilemediği ise bunda elbette haklıdır. Bir terör örgütünün, örgüt üyelerinin ve yandaşlarının serbestçe hareket etme hakkına sahip oldukları bir ülke durumundadır Türkiye. Ama bunun böyle olması, Ordu’nun terörle mücadele etmesinin kısıtlanması değildir. Siz teröristi yakalarsanız ve onu hukuk bırakırsa yapmanız gereken teröristleri yakalamaya devam etmektir. Zaten serbest bırakılıyorlar diye bir bahane olamaz.

Burada Ordu’nun, terörle mücadelede en büyük kısıtlayıcı gücü açıklamadığını belirtmeliyiz. Bugün Türk Ordusu terörle yeterli şekilde mücadele edememektedir çünkü Ordu’nun terörle mücadelesi ABD tarafından kısıtlanmaktadır. Türk Ordusu, arkasında ABD’nin bulunduğunu bildiği teröristlerle mücadele edememektedir. Çünkü böyle bir mücadelenin sonunda ABD ile savaşma riski bulunmaktadır.

Ancak gerçek bu olduğu halde Ordu, terörün arkasındaki esas güç olan ABD’nin askeri gücünü ortaya koyacağına, tam tersi kaçamak bir yol tutmakta ve AB Uyum Yasaları’nı hedef almaktadır. Ordu burada açıkça hedef saptırmaktadır. Bunun siyasi izdüşümü ise, AB karşıtı ABD’ciliktir.

ABD uluslararası Kürt meselesinde dümeni ele aldı

PKK’nın son dönem artan silahlı eylemliliğinin arkasındaki gücü Ordu doğru bir şekilde tespit edebilmiş midir? Ya da bunu açıklayacak cesarete sahip midir acaba?

PKK eylemliliğini, Türkiye’nin AB sürecini baltalamakla açıklayan teoriler, özellikle iktidar içindeki Kürtçüler tarafından ve bir kısım medya tarafından yüksek sesle dillendirilmeye başlandı.

PKK’nın silahlı eylemleri, AB Uyum Yasaları’nı hedef konumuna getirecektir. Çünkü gerçeken de mevcut yasal düzenlemeler terörü cezasız bırakmakta, hatta devlete karşı terörü korumaktadır. Bu nedenle PKK eylemleri, nesnel bir şekilde, toplum içinde AB’ye ve AB Yasaları’na tepkiyi yükseltecektir.

Bu işin doğasıdır. Bu eylemlere girişen PKK da elbette bunun bilincindedir. Ancak PKK’nın eylemleri, Türkiye’nin AB sürecinde tam olarak nereye düşmektedir?

PKK’nın son silahlı kampanyası dikkat edilirse ABD’nin tüm Orta Doğu’da PKK’ya yüklediği yeni misyonla doğrudan alakalıdır. PKK’yı uluslararası operasyonel güç olarak değerlendiren ABD, bu gücü Türkiye, İran ve Suriye’nin üzerine salmıştır. Artan PKK terörünün nedeni, ABD’nin uluslararası Kürt meselesinde dümeni ele almış olmasıdır.

Kuzey Irak merkezinde denetimi ele alan ABD, bölge ülkelerine ve elbette Kürt meselesinde söz sahibi olmak isteyen rakibi AB’ye karşı önemli bir avantaj elde etmiştir. Bu avantajı değerlendirerek, uluslararası Kürt hareketinin ikinci ayağı olan PKK’yı da tümüyle ele geçirmiştir. PKK’nın ABD tarafından tümden ele geçirilmesi, uluslararası Kürtçülüğün hamiliğinin Avrupa’nan ABD’ye geçmesi demektir. Bu bakımdan ABD, çok önemli bir uluslararası mevzi kazanmış bulunmaktadır.

PKK saldırıları neyi hedefliyor?

Böyle bir mevzide başlayan PKK saldırıları, doğrudan ABD’nin lehine bir süreci tetiklemektedir.

Şöyle ki:

1- PKK saldırganlığı Türkiye’de AB’ci çevreleri tecrit etmektedir. Böylece ABD, AB’ye karşı güçlenmektedir. Türkiye’nin AB üyelik görüşmelerinde sıkışacağını gören ABD, PKK’yı Türkiye’ye saldırtarak Türkiye’yi AB’dern kopartmakta ve kendine bağlamaktadır.

Bu noktada Kıbrıs’taki gelişmelerle Kürt meselesindeki gelişmeler birbirini doğrulamaktadır. ABD’nin Kürt meselesinde inisayatifi ele almasına Fransa, Rumların hamiliğine soyunarak ve Türkiye’yi köşeye sıkıştırmaya çalışarak cevap vermektedir. Ancak bu silah da geri tepmekte, Türkiye’de AB karşıtlığını arttırmakta, Türkiye’yi daha çok ABD’ye itmektedir.

2- PKK saldırıları Türk hükümetini bir çıkmaza sokmaktadır. Terör, bir hükümet için olabilecek en önemli sorundur. Terörle mücadelede yetersiz kalan hütkümet ayakta kalamaz.

Bunu gören Hükümet, ister istemez ABD taleplerine boyun eğmek zorunda kalacaktır. Terörün bitmesi karşılığında teröre ve arkasındaki ABD’ye belli bazı tavizlerin verilmesi gerektiği düşüncesi güç kazanacaktır. Nitekim öyle de olmaktadır.

3- PKK saldırıları sadece Hükümeti değil aynı zamanda Ordu’yu da yıpratmaktadır. Teröre karşı eli kolu bağlı bir asker görüntüsü Ordu’nun prestijini düşürmektedir.

Ancak Ordu üzerindeki asıl etkisi prestij kaybından ziyade askeri bir tehdittir. ABD, PKK’yı saldırtarak Türk Ordusu’na bir savaş durumunda ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir. Teröre karşı mücadelede bile yetirsiz kalan bir ordunun ABD’ye karşı savaşı göze alması elbette beklenemez.

4- Son olarak PKK saldırıları Amerikancı bir darbenin ön koşullarını sağlamaktadır. Artan terör, ister istemez sivil idareden askeri bir idareye geçişi zorlar. Dünyanın her yerinde yoğun şiddet olan ülkelerde askeri önlemler çoğalır. Türkiye’de artan terörün askeri önlemleri arttıracağı beklenmelidir.

Ama sadece önlemler değil aynı zamanda askerin siyasal varlığı da artacaktır. Bu ise, ABD’nin tam da 12 Eylül stratejisidir. Terörü önce tetiklemek, sonra ise onu dizginleyecek bir komuta kademesine olur vermek! Artan terör kampanyasının böyle bir sonucu da beklenmelidir.

Türkiye’yi Apo ve PKK’ya muhtaç etme operasyonu

Türkiye’ye böylesi bir stratejik saldırı başlatan ABD aynı zamanda kendi denetimindeki medyayı da manipülasyon için devreye sokmaktadır.

1- Amerikancı Akşam gazetesi, artan saldırıların Türkiye’yi sınır ötesine çekmeye çabaladığını, bu tuzağa düşülmemesi gerektiğini yaymaktadır.

2- Amerikancı Yeni Çağ gazetesi, artan ladırıların Türkiye’ye Kerkük’ü unutturmak için başlatıldığını yaymaktadır.

3- Amerikancı Aydınlık dergisi ve Amerikancı Başyazarı Perinçek artan terörün Türkiye’yi Barzani ile ittifaka zorlamak için yapıldığını yaymaktadır.

Enteresandır bu üç Amerikancı yayın organı da, terörün arkasında ABD’nin olduğunu söylemekte ama ısrarla Türkiye’nin Apo ile ve PKK ile mücadele etmesinin yanlış olacağını iddia etmektedir. Hatta hedef saptırma olduğunu söylemektedir.

Oysa asıl hedef saptırma, PKK’yı ve elebaşısı Apo’yu aklayan, olumlayan, destekleyen bu teorilerdir. Böylece Türkiye tek bir şeye zorlanmakatadır. Sınır ötesinde, Kerkük’te, Kuzey Irak’ta başını belaya sokmak istemeyen Türkiye, kendi Kürdü ile, yani PKK ve Apo ile barışmalıdır. Ne de olsa Apo, yine de olabilecek en iyi Kürttür!

Bu teorileri, mevcut AB karşıtlığı, PKK içindeki AB’ci bölünme haberleri ile birlikte ele aldığımızda oyun daha net ortaya çıkar. Amerikancı medya, Türkiye’yi Apo’ya gül vermeye zorlamaktadır. Bu kampanyada kullanılan Amerikancılardan Perinçek’in zaten Apo’ya gül vermişliği vardır. Yani ABD doğru insanı kullanmaktadır!

Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır’dan verdiği mesaj

Bu noktada Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır gezisi devreye girmektedir. ABD’nin tehdidini gören Tayyip, Kürt meselesinde isteneni yapmaktadır. Şimdilik PKK ve elebaşısı ile görüşemeyen Tayyip, PKK destekçisi aydıncıkları makamında toplayıp onlarla barış sözleşmesi yapmaktadır. Bu sözleşme gereğince Diyarbakır’a gitmekte ve orada da aynı barış çağrısını yinelemektedir.

Tayyip Erdoğan’ın böyle hareket etmesi bizleri hiç şaşırtmadı. Tam da yapması gereken hamleyi yaptı.

1- Kürt sorununu kabul etti. Bilindiği gibi PKK terör örgütünün temel çıkış noktası Türkiye’de bir Kürt sorunu olduğu ve bu sorunun demokrasi içinde çözülmesi gerektiğidir. Başbakan tam da bunları ifade ederek PKK ile aynı çizgide olduğunu belirtti.

Ancak bu işte Tayyip’ten önce, Perinçek ve Demirel’in katkıları unutulmamalı. Bilindiği gibi Perinçek dergisi aracılığı ile Kürt sorununu kabul ettirmek için onca çabalamış ve Demirel de “Kürt realitesini” tanıdığını açıklamıştı.

Bu üç Amerikancının, Tayyip, Perinçek ve Demirel’in Lozan’da buluşması gayet manalıdır. ABD, has adamlarını AB’ye karşı mevziye sürmektedir.

2- Tayyip Erdoğan Kürt sorununu tanımakla kalmamış bunu İrlanda meselesine benzetmiştir. Bilindiği gibi İrlanda yüzyıllardır İngiltere’nin sömürgesidir.

Türk olmasa bile Türkiye’nin Başbakanının kendi ülkesi için bula bula bu örneği bulması anlamlıdır. Aynı Başbakan’ın yarın bir Pontus meselesinden bahsetmesi ve bu sorunun demokratik yoldan çözümünü savunması herhalde hiç bir Rumu şaşırtmayacaktır!

3- Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır’ı seçmesi de gayet anlamlıdır. Geçtiğimiz ay gerekirse sınır ötesine geçeriz efelenmesinin arkasından gelen bu gezi, Başbakan’ın sınır ötesinden kastının Diyarbakır olduğunu ister istemez düşündürtmektedir!..

PKK’ya ve ABD’ye mesaj

Görüldüğü gibi Türkiye her halükarda Kürt sorunu adı altında PKK’yı tanımaya ve onunla barışmaya zorlanmaktadır. Böyle bir zorlanma karşısında neler yapılması gerektiğine gelince...

Öncelikle silahlı eylemlerin en sert şekilde karşılanması gerekmektedir. Ordu’nun herhangi bir yasal yetkiye ihtiyacı yoktur. Bunu göstermesi için Ordu’nun ABD’ye savaşırım mesajını iletmesi gerekmektedir.

PKK son dönemde özellikle mayın saldırıları düzenlemektedir. Mayın saldırısı, yüksek teknoloji kullanılan bir saldırı türüdür. Doğrudan ordu gücü göstermektir. ABD, PKK’ya NATO mayınlarını vermekte, Türkiye’nin mayın tarama araçlarını etkisiz kılacak teknolojik desteği sağlamakta ve Türk devletini açıkça tehdit etmektedir.

Türkiye bu saldırıya karşı öncelikle yurt içinde geniş çaplı bir operasyon başlatmalıdır. Bir kaç yüz PKK teröristinin leşini yere sermeden ABD’ye mesaj verilemez.

PKK saldırılarının kesilmesi için İmralı umursanmalıdır. Terörün elebaşısı İmralı’dadır. İmralı’daki elebaşını tam tecride almak, dışarıyla tüm bağını kesmek, ABD’ye ikinci mesaj olaccaktır.

Kürt istilasının nüfus kayıtları

Ancak bu tür askeri önlemlerle bu mesele çözümlenemez. Öncelikle Türk milletinin Kürt meselesi konusunda bilinçlendirilmesi gerekmektedir. Türkiye Başbakanının tersine biz Türkler Türkiye’de bir Kürt meselesi değil bir Kürt istilası olduğunu düşünüyoruz. Yaşadığımız en önemli sorun budur.

PKK terör eylemlerini 15 Ağustos 1984’te başlatmıştı. Terör örgütünün arkasında emperyalist bir güç bulunmakla birlikte terörün sonuç alınacağı toplumsal dokunun yaratılması da önemli bir meseleydi. Yani bölücülüğün sosyal, siyasal ve herşeyden önce de demografik zemininin yaratılması gerekiyordu.

Bu amaçla Özal iktidarı ile birlikte Türklere yönelik doğum kontrol kampanyası başlatılırken Kürtlerin nüfusunun arttırılması için özel çaba harcandı. 2005 yılı nüfus istatistikleri bugün karşı karşıya olduğumuz tehlikenin boyutlarını ortaya çok acı bir şekilde koymaktadır.

1- PKK’nın aktifleştiği 1990’dan 2005’e geçen on beş yılda Türkiye nüfusu toplam %24 artmıştır. Ancak bu nüfus artışının üstünde kalan bir bölge bulunmaktadır: Güneydoğu. Güneydoğu nüfusu son onbeş yılda %40 artmıştır.

Güneydoğu’daki bu artışla birlikte Türk bölgelerdeki nüfus azalması da dikkat çekicidir. Karadeniz, İçanadolu ve Doğu Anadolu’nun Türk nüfusu artış göstermemiştir.

2- PKK, sadece Güneydoğu’da Kürt nüfusu arttırmakla kalmamıştır. Aynı zamanda Güneydoğu’dan Batı illerine doğru istila halinde bir Kürt göçü yapılmıştır.

Kürt istilası iki ana hattan ilerlemiştir.

Birinci hat Antep’ten Muğla’ya hatta Kuşadası’na kadar giden sahil şerididir. Bu hatta kalan tüm iller Kürt akınına uğramıştır. Nüfus yapısı tümüyle değişmiş kentler Kürtleştirilmiştir. Bu hat, kıyı şeridi olarak, uluslarası ticaret, turizm ve tarım alanında Türkiye’nin en önemli bölgesidir. Şu anda buraya yerleşen Kürt istilacıların eline geçen bölge PKK’nın ekonomik gücünün önemli kaynağıdır.

İkinci hat doğrudan büyük şehirlere, sanayi merkezlerinedir. İstanbul, Ankara, İzmir, hatta Bursa ve Kocaeli gibi şehirler büyük oranda Kürtleştirilmiştir.

Bu iki hatta başarıya ulaşan Kürt istilacılığı şu anda iki yeni hat daha açmış bulunmaktadır.

1- Sivas-Tunceli hattından Doğu Anadolu, İçanodolu ve Karadeniz’e çıkma.

Nitekim Erzincan, Sivas, Tokat, Ordu, Samsun şu an bu yeni hattın hedefi durumundadır. Bu yoldan PKK Karadeniz’e açılacaktır.

2- Çanakkale, Tekirdağ, Kırklareli hattından İstanbul’u Trakya’dan kuşatmak.

PKK’nın uzun yıllardır süren Trakya’ya yerleşme çabası özellikle Trakya’nın sanayi bölgesinde gerçekleşmiştir.

Böyle bir istila hareketi kaçınılmaz bir şekilde Türkiye yöneticilerini olmasa bile Türkleri rahatsız etmekte ve uyandırmaktadır. Yıllardır topraklarını, mahallelerini, evlerini bu istilacılara açan Türkler yavaş yavaş bu komşuların hiç de iyiniyetli olmadığını görmekte ve gördüğü yerlerde de tepkisini oltaya koymaktadır. Son aylarda, Gönen’de, Çerkezköy’de, Bursa’da, İstanbul’da yaşanan gerginlikler bu durumun habercisidir.

Böyle bir olasılık tüm Amerikancıları ürkütmektedir. Hükümet provokasyon önlemleri alırken, diğer taraftan Amerikancı medya devreye girmekte ve Türk-Kürt kardeşliği mavalı okumaktadır. Lozan’da Tayyip Erdoğan’ın himayesinde konuşan Perinçek o nedenle biz Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle Kürtler birlikte verdik demektedir.

Böylelerine hadi ordan diyoruz. Kurtuluş Savaşı’nda 33 bir şehit verdik, bunun ancak 700 tanesi Kürttü: Yani %2!

“Türk-Kürt kardeşliği” masalı

“Ne mutlu Türk’üm” diyemeyenlerin “Türk-Kürt kardeşliği” masalı

Amerikancı psikolojik savaş malzemesi: Türk-Kürt kardeşliği

Cumhuriyet’e sahip çıkma mitinglerinin yankıları sürerken, Genelkurmay Başkanlığı’nın 7 Haziran’da yaptığı “teröre karşı kitlesel refleks gösterilmesini” isteyen açıklamasının ardından Türkiye’de Kürt meselesi ve siyaset açısından yeni bir süreç başladı.

Cumhuriyet mitinglerinin ardından esas meselenin Kürt sorunu olduğunu, salt laiklik eksenli bir mücadelenin AKP karşıtı mücadeleyi zayıflattığını ve şeriatçılıkla mücadelenin milliyetçi bir programla verilebileceği uyarılarını yapmıştık.

Bizce AKP karşıtı bir eylemin ne kadar AKP karşıtı olduğunun da sınanma noktası Kürt meselesiydi. Bu anlamda Genelkurmay Başkanlığı’nın bölücü hareketi ırkçı- faşist bir hareket olarak tanımlaması, Kürtçülüğe karşı Türk Milleti’nin tepki vermeye çağırması ve bunun öncesinde şehit cenazelerinin hükümet ve PKK karşıtı eylemlere dönüşmesi Türkiye’de Amerikancı-AB’ci hegemonyanın artık sarsıldığının bir göstergesi.

Bugüne kadar AB rüzgârı, Amerikan müttefikliği adı altında Kürtçülük, Rumculuk, Ermenicilik palazlanmıştı. Şimdi ise rüzgârın yönü değişmektedir. Rüzgâr artık bizden yana, Türk Milleti’nden yana esmektedir.

İşte mesele de burada başlamaktadır. Kürt bölücülüğüne karşı, Türk Milleti’nin göstereceği refleks aynı zamanda ABD ve AB’nin de sorgulanmasını getireceği için bazılarını telaşlandırmaktadır. Kürt-İslam faşizmine karşı “Ne mutlu Türk’üm diyene!” diyenlerin göstereceği refleks, Yaşar Büyükanıt’ın ifadesiyle “Türk’üm diyemeyen ve bu yüzden Türk Milleti’nin düşmanı olan” çevreleri sıkıntıya sokmaktadır.

Bu yüzden de Amerikancı psikolojik savaş malzemeleri medya tarafından servise sunulmaktadır: PKK’nın yayın organı Gündem gazetesine göre, Genelkurmay Kürtleri linç ettirmek istemektedir. Genelkurmay Başkanlığı’nın açıklaması Türkiye’de insanların birbirlerinin gırtlağına sarılarak, kardeşin kardeşi öldürdüğü bir iç savaşın eşiğine getirecek nitelikte bir çağrıdır. Bu yüzden Türkler sokaklara “Kürt kardeşlerimizle özgürce birlikte yaşamak istiyoruz.” diye çıkmalıdır.

Diğer medya kuruluşları, sözde gazeteci ve aydınları, sözde sivil toplum örgütleri ise, bu propagandayı sanki PKK’nın fiili sözcüsüymüş gibi sahipleniyor. KESK Genel Başkanı ve Hak-İş Genel Başkanı’nın konu ile ilgili açıklamalarının Kongra-Gel Genel Başkanı Zübeyr Aydar’ın “Kürtleri linç ettirmek istiyorlar.” açıklamasından bir farkı yok. Hak-İş Genel Başkanı Salim Uslu’ya göre, Genelkurmay Başkanlığı Türk-Kürt çatışmasını körüklüyor. KESK’e göre ise, toplumun bu türden kamplaşmalar yerine, kardeşçe bir arada yaşamı sağlayacak iklimin yaratılmasına ihtiyacı var.

Helsinki Yurttaşlar Derneği, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Uluslararası Af Örgütü gibi her olayda adını duyduğumuz ama sözcülerinin dışında herhangi bir kitlesel eylemine şahit olmadığımız bir sürü derneğin aynı türden açıklamalarını ard arda görebilirsiniz gazetelerde.
Şehit cenazelerindeki binlerce insanın tepkisine karşı; bir sürü dernek ismiyle, her olayda ortaya çıkan 500 aydının açıklamalarıyla kendilerine kitlesellik imajı vermeye çalışan o bildik koro ve yine o bildik kardeşlik masalı.

İsterseniz 500 değil, 1000 aydınla açıklama yapın, AB fonlarından aldığınız paralarla istediğiniz kadar dernek kurup her olayda o derneklerin adını alt alta yazıp çağrılarda bulunun; artık Türk Milleti tanıyor sizi ve masallarınızı.

Türk Milleti , “Bu açıklamanın aşırılığa varacak tarafı, Kürt yurttaşlara karşı bir şiddetin başlamasıdır.” diyen Doğu Ergil’i de tanıyor, “Bilin ki, çatışmaya davet niteliği taşıyan bu çağrı ve bu oyun son derece tehlikelidir.” diyen Ali Bayramoğlu’nu da.
Türk Milleti, “Kürtler ve Türkler şiddete karşı beraber yürüyecekler mi?” diye soran Ece Temelkuran’ın da niyetini biliyor, “Şehit cenazelerinin Kürt- Türk çatışmasına dönüşmesi, kardeş kavgasının başlaması tehlikeli görülmüyor mu?” diye soran Gülay Göktürk’ün niyetini de.

PKK saldırırken susanların, Türk Ordusu harekete geçince feryat figan kesilip kardeşlikten bahsetmelerini artık yutmayacak bilinç düzeyine erişmiş bir Türk Milleti var.
İHD ve Mazlum-Der gibi insan haklarını, mazlum haklarını değil, eli silahlı teröristlerin sözcülüğünü yapan Kürtçü örgütlerin ve şeriatçı gazetelerin kardeşlik masallarını, AB sürecini, Amerikan müttefikliğini her şehirden verdiği şehitlerle bedel ödeyerek, acı çekerek öğrenen bir Türk Milleti var artık.

Türk’e sağduyu, Kürt’e demokrasi

Peki bu provokasyon ve linç kelimeleri ne zaman gazete manşetlerine ve gazete köşelerine taşınıyor? Türk Milleti sokağa indiği zaman. Milyonların Cumhuriyet için sokağa dökülmesi, milliyetçiliğin yükselmesi ve Türklük bilincinin şaha kalkmasıdır, birilerine bu propagandayı yaptıran.

ABD’den aldığı destekle Türk Milleti’nin varlığına ve bütünlüğüne kastedenlere karşı kardeşçe ve hoşgörüyle davranmak önerilirken, Türk Milleti’ne sağduyudan bahsedilmekte, eli kolu bağlanmaya çalışılmakta, Kürt çapulcularına sessizce teslim olma çağrısı yapılmaktadır.
Burada iki anlayış mücadele etmektedir. Türk Ordusu sınıra yığınak yapmıştır. Genelkurmay Başkanı Barzani’yi, ABD’yi hedef gösteren açıklamalarda bulunmuştur. Kuzey Irak sınırı asker tarafından kapatılmıştır. Şırnak, Siirt ve Hakkâri güvenlik bölgesi ilan edilerek, giriş çıkış askeri denetim altına sokulmuştur. İçerde ve dışarıda teröre karşı ciddi bir mücadele hazırlığıdır bu.
Bu noktada Türk Milleti yıllarca duyduğu kardeşlik, demokrasi, Avrupa kriterleri gibi söylemlerle kaybettiklerine karşı Ordu’suna destek olmaktadır. Ordu’nun ve halkın teröre karşı bu duruşuna karşı işbirlikçi siyaset kurumu direnmektedir.

Tayyip, Ordu’nun teröre karşı mücadelesini engellemeye çalışmakta, diğer taraftan şehitleri için ağlayanlar, PKK aleyhine cenazelerde slogan atanlar provokatörlükle suçlanmakta, tutuklanma tehditleri almaktadır.

Otobüs yakanlara, yollara mayın döşeyenlere, ekonomiyi mafya yolu ile ele geçirip şehirleri istila edenlere, karakol basanlara ise her türlü hak ve özgürlük verilmektedir.

İyi niyetli Türkler, iyi niyetli Kürt aramasın

Türkiye kaçınılmaz olarak ABD ile karşı karşıya gelmektedir ve bu hesaplaşma Kürtler üzerinden başlayacaktır. Türkiye’de milliyetçiliğin yükselmesi, Kürt istilasına karşı bir direnişe dönüşmesi, ABD’nin korkulu rüyasıdır. Bu durumun bir şekilde engellenmesi gerekmektedir. ABD’nin yıllarca kurmak için uğraştığı Kürt Devleti projesi Türk Ordusu’nun bir hamlesiyle suya düşebilecek pozisyondadır.

İşte bu noktada devreye girmektedir Türk-Kürt kardeşliği masalı. Vatan Gazetesi yazarı Güngör Mengi’ye göre, “Kürt kökenli yurttaşların sahiplenilmeleri gerektiğini toplumsal bilincimize kazımamız gerekmektedir.”...

Yine Oktay Ekşi’ye göre, Genelkurmay’ın bildirisi, “bunca yıl barış içinde yaşayan insanlarımızı bölüp, birbirine düşman eden” bir bildiridir.

Çünkü kendini artık ayrı bir kimlikle tanımlamaktadır. Ayrı bir dili ve dalgalandırmak istediği ayrı bir bayrağı vardır. Bu durum ise yıllarca Batının talepleri doğrultusunda yürütülen işbirlikçi politikalar sayesinde oluşmuştur. Önce Kürt kimliği kabul edilmiştir. Sonra bu kimliği kabul etmenin doğurduğu haklar peşi sıra verilmiştir. Şimdi ise, ayrışan bu kimliklerin kardeşliğinden bahsedilmektedir.

Buradaki çelişki, kardeşlikten bahsedenlerin yıllardır bu ayrışmanın sağlanması için çabalayanlar olmasıdır.

Kimi iyi niyetli Türkler bu tuzağa düşmektedir ve PKK’lı ile iyi Kürt’ün ayrılarak, iyi Kürt’ün kazanılması yolunu önermektedir.

Öncelikle şunu belirtmek zorundayız ki, insanların iyi niyeti tarihsel akışı değiştirmemektedir. Mesele iyi kişilere göre politika belirlemek değil, bölücülükle topyekûn mücadele etmektir. İkincisi de şudur ki, mesele 20 yıldır örgütlenen bölücü hareketin artık kendi kitlesini yaratmış olmasıdır ve gerçeklik olarak karşımızda duran bu kitlenin arkasına tüm Türk düşmanı cepheyi almış olmasıdır.

PKK 20 yılda yarattığı etkiyle artık insanlara “Ben Kürt’üm” dedirtmektedir. Bugün ister iyi niyetli olsun, ister kötü niyetli olsun, kendisini “Kürt” olarak tanımlayan herkes, Türk milli kimliğinin düşmanı oluvermektedir.

Türk-Kürt kardeşliğini savunmak bölücülüktür

Bu noktada Türk-Kürt kardeşliğinden bahsetmek bölücülüktür; çünkü ulus tektir. Ulus devlet, milletin bölünmezliği üzerine inşa edilmiştir. Türkiye açısından ele aldığımızda, Türk Milleti binlerce yıldır bu coğrafyada bir araya gelen etnik kavimlerin binlerce yıldır kaynaşmasıyla, birbirinin içinde erimesiyle oluşmuştur ve Türk Milleti’ni yaratmıştır. Tek bir kimlik ve tek bir bayrak etrafında bir araya gelmiştir. Bu binlerce yıllık tarihsel gerçeklik, kendi doğal gelişiminin tersi yönde emperyalist bir etkiyle yıkılmak istenmektedir.
Bu ülkenin Başbakanı emperyalist ağabeylerinden aldığı görevle Türklüğe karşı, Türkiyeliliği önerebiliyor, Kürt kimliğini tanıyorsa ortada ciddi bir sorun vardır. Bölücülük devletin tepesine kadar çıkabilmiştir.
İşte Tayyip’in Türkiye’yi getirdiği nokta burasıdır; birileri “Benim dilim ayrı, vatanım ayrı, bayrağım ayrı.” demektedir. Bunun için her türlü teröre başvurmaktadır. Bu noktada kardeşlikten bahsetmek mümkün değildir. Yollar ayrışmıştır.
Özgürlükler bölücülüğü azaltmadı, besledi
Bugüne kadar Türkiye Kürt’e özgürlük ve demokrasi vererek meseleye yaklaşma yolunu seçti. Batıcı politikalar Kürt meselesinde etkin oldu. Önce Kürt realitesini tanıdık. Sonra o realitenin gereklerini bir bir yerine getirmeye başladık. Terör son bulacaktı, bulmadı, daha da arttı.
PKK ile iyi Kürtleri ayırdık. İyi Kürtler için yayın hakkı, dil hakkı, örgütlenme ve kendisini ifade etme hakkı tanıdık. Terör azalmadı.
Geldiğimiz nokta ise vahim. PKK’nın tüm isteklerini Türk Devleti olarak yerine getirmiş olduk. Kürtçülük de arttı, “Kürt’üm” diyenler de, Kürt terörü de; çünkü ABD’nin hedefi burada birilerinin istediği dille konuşması değil, bir Kürt Devleti kurmaktı. Amerikan müttefikliği bizi kendi elimizle düşmanımızı beslememize neden oldu.
Artık Türkiye tüm bu yaşananların ardından farklı bir aşamaya gelmiştir. İşbirlikçilerin önerdiği politikalarla bir adım daha atma şansı kalmamıştır. Türkiye kendi coğrafyasına hapsolmuştur, üstelik bu coğrafya içinde bile var olma şansı tanınmamaktadır.
Bu kuşatma içinde sessiz sessiz, provokasyona gelmeden, savaşmadan yok olması istenmektedir. Türkiye bu durumu kabul etmeyeceğini Ordu’nun ve milletin ortaya koyduğu tepkiyle işbirlikçi siyasi mekanizmaya rağmen belirtmiştir. Bundan sonra Amerikancı çözüm değil, Türk çözümü uygulanacaktır. Linç edilmek istenen Türkler, PKK’nın provokasyonlarına pabuç bırakmayacak, mücadele edecektir.
Cumhuriyet mitinglerinden beri denge değişmeye başlamıştır bile, Kürtçülere bırakılan sokak hâkimiyeti geri alınmaya başlanmıştır. Bunun devamı gelecektir. Sağduyulu, sabırlı Türk Milleti, etrafındaki kuşatmayı yara yara ilerleyecektir.
Kürt sorununa Atatürkçü çözüm
Türkiye ABD müttefikliğini sorgularken, PKK ve Irak Kürtlerine karşı ciddi bir operasyona hazırlanırken, bu Amerikancı-Kürtçü tezler daha da artacak, ortalık bulandırılmaya çalışılacaktır.
Genelkurmay Başkanlığı’nın “Ne mutlu Türk’üm diyene!” önermesine karşı, “Türk- Kürt kardeşliği” tezleri önerilecek, bol bol işlenecektir.
Apo’nun, Perinçek’in “Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti’nin asli unsurudur.”, “Türkler ve Kürtler, Kurtuluş Savaşı’nı birlikte vermişlerdir.” gibi tezleri piyasaya sürülmeye başlandı bile.
Hatta Perinçek’ten sonra, Atatürk’ün Kürtlere özerklik vereceği tezlerini Yaşar Kemal’ler de savunmaya başladı. Yaşar Kemal’in ne zamandan beri Atatürk’ten referanslara başvurduğunu bilmiyoruz; ama Kürtlerin Kurtuluş Savaşı’nda nasıl bizi sırtımızdan hançerlediğini biliyoruz.
Atatürk’ün değil özerklik vermek, Kürt isyanlarına karşı nasıl mücadele ettiğini de hatırlatmak istiyoruz; çünkü Türkiye’nin Atatürkçü bir yönelime ihtiyacı var. Atatürk, İngilizlerle Musul müzakereleri sürerken, İngilizlerin desteğe ile başlayan Şeyh Sait isyanını o dönemin gizli Kürtçü liboşlarına, gizli Kürt milletvekillerine, Cumhuriyet Halk Fırkası içindeki özgürlükçülere rağmen İstiklâl Mahkemeleri ile ve Takrir-i Sükun Yasası ile bastırmıştır.
Bundan sonra da Umum Müfettişliklerin kurulması, İskân Kanunu, Soyadı Kanunu, aşiretlerin dağıtılması, toprak reformu gibi bir dizi önlemle Kürtlüğü yok etme yoluna gitmiştir.
Bunların bir kısmı Atatürk’ün sağlığında uygulanmış, bir kısmına Atatürk’ün ömrü yetmemiştir.
O’nun ölümünden sonra ise hepsinden vazgeçilmiş, bölgede aşiretçilik ve tarikatçılık tekrar güçlendirilmiştir. Şimdi ise bu geri toplumsal yapı Türkiye’yi kuşatmıştır.
Bu kuşatma tekrar Atatürk’ün devrimci tavrı ve kararlılığıyla çözülebilir. Atatürkçü güçler, halkıyla, Ordusuyla bu devrimci görevi yerine getirmelidir.